Bir ilişkinin içine doğarız. Önce bize bakanların gözlerinden kendimizi görürüz, insan olmaya dair tüm hisleri tanımaya başlarız birer birer; korunup kollanmayı, sevgiyi, şefkati. Birçoğunu da buralardan alıp içimizde bir yerlere koyar yola devam etmeye çalışırız.
Ancak bazen işler yolunda gitmez. Bu ilişkilerin içinde yaralar alırız. Zamanla bu yaralar kapansa da iyileşmesi mümkün olmayan izlere sahipmişiz gibi gelir. Hatta onları öyle benimseriz ki benliğimizin bir parçası zannederiz. Fark etmek, kendimizden ayırmak güçleşir.
Bir de genetik mirasımız vardır, daha biz doğmadan süre gelen yaşam çizgisinde yer alan kişilerin sahip oldukları özellikler, geçmiş yaşantıları, bir psikopatolojiye sahip olup olmadıkları, onların çocukluk yaşantıları. Tüm bunların belli belirsiz varlığı hem zorlar hem de onlarla yaşamaya alışkın kılar bizi. Bir yandan çok tanıdık bir his ama bir o kadar yabancı.
Söz konusu çocuklukta başlayan ve süregelen durumlarsa eğer daha da önemli bir nokta devreye girer, bu yaraları ne kadar sık aldığımız. Tekrarlayan bir şekilde yaşanan durumları daha da benimser, insanın doğası böyle herhalde der, farkında varmadan o yaraların acısıyla kendimizi ve ilişkileri sabote eder hale geliriz.
Zor zamanlar, travmatik yaşantılar, çocuklukta yaşanan olumsuz deneyimler, kayıplar, ikili ilişkiler… Hepsinin içinde ifade etmesi bile zor duygular yaşarız kimi zaman istemsiz. Örneğin aile içinde devamlı olarak maruz kalınan sözler ve davranışlar, öğretmen veya bir otorite figürü tarafından yakamıza iliştirilen etiketler, yaşamın doğal akışında yaşanan kayıplar, maruz kalınan durumlar ve daha fazlası. Bunlar olurken varsa eğer sığınabileceğimiz bir liman bu yaşananların olumsuz etkilerini aşmak daha kolay bir hale gelir.
Peki, eğer aşamıyorsak ya da böyle birileri yoksa etrafımızda?
Tüm bu yaşananların bir nedeni olduğunu fark ettiğimiz an karşılaşabileceğimiz en zor anlardan biri olur belki de. Kimi zaman tanımlayamadığımız hislerimizde, bazen de karmakarışık olan ilişkilerin içinde bir şeylerin yolunda gitmediğini hissederiz. Birike birike ilerleyen her durumda, kendimize ve dünyaya dair bir takım inanışlara sahibizdir artık. Sık sık duyarız “yetersizim”, “sevilmiyorum”, “değersizim”, “dışlanıyorum, “yine hata yaptım, suçluyum”.
Etrafımızda olup biten her şey bu düşünceleri pekiştiriyor gibi görünse de, tüm bu zor durumların içinde değişimi arzulayan bir ses de duyarız. Fark etmek ilk adımı olsa da, gözümüzün önünde duranın ardına bakmaya tek başımıza cesaret etmek her zaman çok kolay olmayabilir.
Psikoterapilerde de değişimi sağlayan şey esasen burada başlıyor. Kurulan bu yeni ilişki ve bu ilişkinin etrafında şekillenen güvenli alan sayesinde kendi yaşam öykümüzün içinde hakimiyet kazanmaya başlıyoruz. Zihnin esnekliği ve farklı deneyimlerle öğrenen ve gelişen insan beyninin mekanizması sayesinde karşılaşacağımız yeni durumlara giderek daha iyi adapte oluyoruz
Önce yaralara bakıyoruz, o yaraların ihtiyaçlarını keşfettikçe bize ait olan öykünün yeniden anlam kazanmasına fırsat vermiş oluyoruz. Bugünde yaşananların ve hissedilenlerin geçmişle bağlantısını bir terapist eşliğinde kurabiliyor ve bu öykü içinde bir kontrol hissi kazanmaya başlıyoruz. Bakış açımızı değiştirmek kimi zaman sancılı olsa da, ötekinin bakışında takılı kalmak yerine kendi hayatımızdaki özgürlüğe doğru yol alıyoruz. Üzerinde söz sahibi olduğumuz ve sorumluluk alabildiğimiz bir hayatın özgürlüğüne.
Yorumlar